29 Aralık 2013 Pazar

SENİN HİKAYEN

 
“Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: ‘De te fabula narratur!’”

 Kapital'in önsözünde Marx, Alman işçilerine yukarıdaki şekilde seslenir. 'De te fabula narratur' yani 'Senin Hikayeni Anlatıyorlar'.*

 Filmin Hikayesi:
 Tolga Örnek'in son filmi 'Senin Hikayen'i izlerken Marx'ın bu sözü zihnimde yankılanıp durdu. Örnek'in filminde burjuva tipi Türk ailesine dair detaylar bulunmakla birlikte film meseleye Marx'ın baktığı yerden bakmıyor. Sınıfsal bir eleştiriye yer vermeyip daha varoluşsal konulara eğiliyor: Doğum ve ölüm gibi.

  Çiftimiz 7 yıldır evli ve çocuksuz olup halleri vakitleri yerindedir. Adamın (Timuçin Esen) annesi (Nevra Serezli) hastadır ve torun sahibi olmayı çok istemektedir. Genç çiftin bebek sahibi olma konusunda yaşadıkları kararsızlık, bebeği kabullenme süreçleri, doğum öncesi ve sonrasına dair eğlenceli detaylarla bezeli film bebek cephesinde dünyaya gelişi irdelerken, babaanne cephesinde ölümü konu ediyor. Filmde bunlar dışında sürprizli bir olay örgüsü arayanlar hayal kırıklığına uğruyorlar. Ancak benim için filmi güzel kılan unsur tam da bu. Zira çoğumuzun hayatında da öyle bol sürprizli olaylara yer yok veya öyle maceralı hikayelere sahip olsak da gelip sıkıştığımız yer doğum ve ölüm. İnsana dair en temel bu iki duruma ilişkin söz söyleme gayretindeki sanatsal yapıtları önemsiyorum. Özellikle yaşamın döngüselliğine, kuşakların devamlılığına değinen yapıtlar kişinin soyutlamasına, kendi hayatının kuşbakışı resmini yapmasına yardımcı oluyor.

 Ölüm elbette öyle 2 filmle 3 kitapla başedilecek, üstesinden gelinecek bir konu değil. Ve Heidegger muhtemelen haklı: 'Ölüm, her bir bireyin onu bir başkasına geçirme gibi bir olanak olmaksızın kendi başına karşılaması gereken tekil bir deneyimdir.' Ancak bu deneyime dair bize bilgi sunan ciddi yapıtlara da çok ihtiyacımız var. Zira yaşadığımız pekçok olumsuzluk, ölüm fikrine verilen acele veya yanlış cevaplardan kaynaklanıyor olabilir. Onca hırs onca ihtiras, belki de kabullenemediğimiz bu ölme durumunun inkarıyla, bu dünyaya kazık çakma inadımızla ilintilidir. Ölmeden önce yapmamız öğütlenen binlerce şey, asla yetiştiremeyeceğimiz bir ödev yığını gibi baskılıyordur zihnimizi. Kaan Atalay insanın temel çelişkisini anlatırken 'bir saniye önce ölmemiş olmanın, hala yaşıyor olmanın kibri ile bir saniye sonra ölebilecek olmanın tarif edilemez korkusu arasında sıkışma'sına vurgu yapıyordu. Elbette 24 saat ölümü düşünmeyeceğiz. Sürekli ölümü düşünmeyelim ki yaşamaya da yer kalsın. Ama ölümü bazen etraflıca düşünelim ki yaşamlarımız biraz olsun anlam kazansın.

 Tüm bu bilmişliklerin ötesinde filme dönersek rejisi, müzikleri, oyunculuklarıyla eli yüzü düzgün bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Örnek, 'Kaybedenler Klübü'nde iki bohem radyocunun yaşamlarından bir kesiti bizlerle paylaşıyordu. Kahramanlarımız kaybeden entelektüellerdi. 'Senin Hikayen'deki kahramanlar ise örnek bir burjuva ailesi ve elbette sosyo-kültürel açıdan kazanan taraftalar. Ancak 'Kaybedenler Klübü'nün kahramanlarının yaşadıkları varoluşsal çelişki veya sorgulamaları entelektüel anlamda gerçekleştirmeseler de bizzat yaşamın içerisine ölümü deneyimleyerek olgunlaşıyorlar.


*Marx'ın bu sözüne dair detaylı bir analiz için Ulus Baker'den gelsin: http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=79&dyid=1937

Başlarken..

Filmlerin, kitapların, gördüklerimin bende bıraktığı izlerin peşine düşünüyorum.